Perşembe, Temmuz 27, 2006

one last time..

Eski bir dikiş makinasından yazıyorum bu yazıyı. Yazlıkta ilk gün macerası. Sabah 6.5ta biten dünün ardından zor bir sabah geçirmek ve sonunda 3e doğru ayılabilmek.

Tuhaf bir iç sevinç salgılıyorum. Tuhaf çünkü geceden sabaha uzayan sancılı zamanla yarış süreci ve sonunda emeklerin boşa çıkışı rahatlatıcı bir tedirginlik yarattı bende.

Doğa, bulutsuz mavi gökyüzü ve su, alabildiğine, hafifleten ve arındıran, biraz da gözleri yakan :P

Ruhumun sesini dinleme fırsatım olmadı henüz. Hala bir sürü iş var yetiştirilecek. Nasıl yapılacağının kılavuzu olmayan, ilk kez denenecek ve mümkünse zamanında ve tam bitirilecek tonla iş. Bir rahatım ki sorma. Dünya umrumda değil. Oy oy, bu zamanı sınırsız sanmaların da sonu gelecek işalla, hayırlısı bakalım.

Pazar, Temmuz 23, 2006

kıkır kıkır*

Sırıtarak başladım ben bugüne. Çok güldüm yahu. Kıkır kıkır.
"Çok mutlusun galiba?"
Yok, biz ona daha çok salak olma hali diyoruz sznce de.

Şaşırdım aslında. Yani bu soruyla karşılaşınca. "Ay evet ne diye salak salak sırıtıyorum ki ben?" Ortada elle tutulur bir şey yok ki hala. Ama olsun. Küçük şeylere sevinmek güzel. Belki de bazı şeyler net olmadığı sürece güzel. Sorumluluk almadan, baskı hissetmeden. Merak ve heyecanla yaşamak, tedirginlik ve sayısız acaba. Daha duyarlı kılıyor insanı, hassaslık anlamında değil, hayata, kendine ve sevgiye duyarlılık anlamında. İçinde bir nefes büyüyor insanın. Gözlerinde bir parıltı.
?Şükürler olsun tanrım sana? deyip gülüyorsun bir ağız dolusu.
Sorsalar ne oldu: "Ehm şey ya ben bir mesajla uyandım bugün". Ama ne dedi deseler bir cevabım yok verecek. Noktalara, virgüllere yüklenen anlamlar içinde bir hayat. Ağırdan ve güvenli. Arada bir iç gıcıklayıcı riskler taşısa da, huzurlu. Komik aslında, ne büyük değişim potansiyelleri taşıyor oluşu. Sorulan soruların hiçbirinin mantıklı cevapları olmayışı. Belirsiz yahu adı üstünde, renkli vaatleri olan uzun bir belirsizlik. Bir tünel sonu ışığı değil, mavi-mor tuvalimdeki küçük mor köşe belki.
Olmasa dünyanın sonu gelir mi? Ay yok hayır. Ama daha az şenlikli olur hayatım bu kesin. Ama rengi değiştiğinde sayfayı yırtıp atmayı bilen bir adamım ben. ?Sil baştan? larla bile aram iyi.

O yüzden bakıyorum ben. Yine eski tüm sznlere aykırı bir şekilde, merakla bakıyorum kendime o gizemli gözlerden. Ve soruyorum, onlarca cevap beklemeyen soruyu. Sessizce kimseye duyurmadan. O soru cümlelerinin kurulması bile garip bir zevk veriyor bana. Olası cevapların şaşırtıcılığını düşünmek, olasılıkların hiç beklenmedik hallerini yoklamak. Küçük planlı hayatımı sallayan zararsız depremlere izin vermek.

Üç ay sonra dönüp bu post a bakmalı tekrar. Yüzümdeki gülümseme alaycı mı, şefkatli mi olacak, bir sormalı.
----------
*inatla "kırkır kırkır" yazdım iki kere üst üste, ne oluyor yahu bana?

Bi de ben tv makinası nı yerim, barış zıpırına "şöyle bir rock çığlığı at" dediğinde gecenin bir saati kendimden korkutacak bir çığlık attıracak kadar benimsediğim bir adamın yaratısı olduğu için. -dünden hazırmışım yahu ben de-

Cumartesi, Temmuz 22, 2006

al sanaaa

Gece saat 1 ve ben kahve içiyorum iyi mi?! "Ne var be bunda?" diyenleri duyar gibiyim.
Kahveye karşıyım efenim ben, kafeinmiş, uyaranmış, vücut kimyama parmak sokacak katkı maddeleriymiş, dövmekten beter ederim, kafa atarım, yeter ki hepiciği uzak dursun benden.
Ağrı kesici kullanmam, kafam patlasın, sancıdan gebereyim, ama bana o küçük şeytani hapları yutturmayın.
Sonra mümkünse ketçapla, mayonezle yaklaşmayın.
Hele o sigara denilen küçük siyah fareyle yanımdan geçmeyi aklınızdan çıkarın, alnınızı karışlarım, çenemle dayak yemişten beter ederim, kendimden/kadınlardan/dünyadan ve hatta ileri giderseniz kendinizden nefret ettiririm. Beni dövmek ya da ağzımın payını vermek için bile olsa yaptığınız pisliğe ara verdiririm.

"Yani bu saatte kahve içiyorum?!" diyorsam, emin olun "Kafamıza taş yağacak!" misali bir uyarı ilettiğimi, sevildiğinizi bilin. Önleminizi alın, yeraltı sığınaklarınıza, güç kalkanlarınıza sığının.

---------

Bir de bu ara ben kendime iş bulup duruyorum. Yani her gün "Hemmmennn şu işi halletmeliyim!!" diyecek bir şey çıkıyor. Pazartesi de ebedi tatil merkezimiz Selimpaşa' ya yollanacağız zaten. Yani bir ay yat, kalk, tv seyret derken birden bire böyle iş yetiştirme hallerine girmek şaşırtıyor adamı. "Lann, gün hala 24 saat, nasıl bu kadar şey sığıyor içine??" türü Amerikan gençlik filmlerindeki "Düyd, watzaaapp??" diyen keşlerle eş değerde bir algı seviyesine sahip sorular soruyorum kendime. Gerçekten yumurta kapıya sıkışmadan hiçbir sorumluluğumun değerini anlayamayacak mıyım ben?! Ne zaman oldu tüm bunlar, ne zaman inek szn öldü? Kim öldürdü, nasıl bana gözükmeden becerdi? Annemler beni tanıyamıyor artık yahu!
"Ne oldu sana? Ne bu halin?"
Alışıyorum ben, bu yeni halime, bu yeni hayat görüşüne ve bir yandan beynimi yiyorum otlaşan szne iç aynamdan bakınca.

----------

Oysa ki herkes "Lan tatilde bile boş durmuyorsun!" diyor. Lan salaklar, ben boş durmasam var ya, üvv, neler yaparım. Hemen bir senaryoya başlarım, 2 günde bir 5er şiir yazarım, haftada 3 beste çıkarırım, şu gitarı tekrar elime alır, kardeşime org çalmayı öğretir, bir yandan da her gün yoga yaparım. Dahası da var da saymaya yoruldum :p
Evet, evet, gözüm doymuyor benim. Ama vallahi de yaptığım dönemler oldu, gerçekten dolduğum ve taştığım, yaşadığımı her an, her dakika hissettiğim.
"Büyüdükçe hayatın büyüsü kayboluyor yahu!" demiyorum ben hayır. Hala aynı şaşkınlık, hala aynı taparcasına sevgi. Hatta daha az yargılayanı, daha az benleşmemiş hallerini tolere edeni. Ama bir yerde bir şeyler kayıp, bir yerde bir şeyler yabancı. Bir bıkkınlık var içimde sanki, biri mi öldü nedir?
"Ama geçecek bu hal, eski tempoma kavuşacağım, zıplayarak koşacağım, kaçan otobüsün arkasından nefes nefese ciğer parçalamalarda yaşamayacağım artık!" Üzgünüm, böyle idealist tavırlarımı yitirdim ben. Sanırım kemikleşti artık içimde bir şeyler, bazı konularda yargılarım keskin ve acımasız. Ki bunlar risk almayı gerektirmeyen ve çoğu zaman yanlış olduğunu bile bile savunur gözüktüğüm alışkanlık ürünü takıntılar. Cesaret isteyen, kendimi zorlamak, sınırlarımı aşmak durumunda bırakan ve yıllar yılı bir türlü sağlayamadığım düzenleri arzulayan tüm düşünce yapıları ve mantık sistemlerine karşı oluşturulmuş kör önyargılar. Öyle zorakiler ki kendim inanmadan ses yükselterek dayatıyorum. Ve bunu yaptığım her anda kendime ismi lazım değil alanlarımla gülüyorum.
Yanlış yoldayım, sürükleniyorum. Ama buradaki yanlış kime ve neye göre bilmiyorum. Eski szn e göre yanlış evet, ama şu an o da artık aramızda değil. Yeni ve şaşkın szn ler olarak kimden çıkıyor bu yeni ideolojiler, hayatın sürüklediği yere giderek, gidişata dur dememeler bilmiyorum.
Ama mutluyum be. Sanki tekrar eski hızıma kavuştuğumda ve tekrar üretmeye başladığımda "Hssktr!!! Onca zaman neler saçmalamışım ben!!???" diyecek gibiyim. Sanki iş işten gelince pişman olmak kaderimmiş gibi.
Niye böyle saçma salak öngörülerde bulunuyorum, nerede içimdeki Polyanna bilmiyorum. Ama sanırım kontrollü bir kontrolsüzlük içindeyim. Beni özgürleştirecek, gerçek riskler alamadığım için kendime özgürlüğümü yine kendi prensiplerime isyan ederek sağlamaya çalışıyorum galiba. Ve bu özgürlük takıntısının hayatımın son 3 yılında odak noktasında olduğunun farkındayım. Belki de hata kavramların çağrıştırdıklarında, belki de geçmişin yanılgılarında.
Sormak bile yoruyor artık. Ve ben Ankara' yı özlüyorum. Buradaki altın kafeste kendimi elimde olsa bile aşmayacağım aptal sınırları bahane ederken buluyorum. Daha kısıtlı, daha eli kolu bağlı. Bu şehir kendine hapsediyor beni. Hayallerimi uyutuyor. Alışılmış rutinlere ev hasretiyle sarılmama sebep oluyor. En büyük zaaflarım altın tepsilerle önüme geliyor. Ve reddedemiyorum. Gardım düşük, egom yüksek. Özümün sesini duyamıyorum.

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

bakalım bir

hala yazabiliyor muyum acaba? deneme 1-2, deneme.
yok abi, anlatacak şeyim yok. var da yok gibi desem anlatma yetim ne kadar düşmüş anlarsın değil mi görünmez hedef kitlesi?
ben gezdim tozdum tamam mı? çok ama. böyle bir orada, bir burada. baktım işte, gençler napıyor, nasıl eğleniyor falan? kim ne kadar değişmiş ben ankaralardayken, sonra işte yeni dedikodular nedir, kim ne manita yapmış, nedir, anlat dedim. döküldü gençler sapır sapır.

benim de ucum yok yahu. bir hafta boyunca kattetiğin en uzak mesafe yatağınla tv önündeki koltuk arası olsun, sonraki hafta kalk, çık evden, 3 gün dönme. hayır yani, neden diye sorarlar adama, rahatsız mısın, nesin?

neyse işte uyku düzenimi de kaybettim zaten. yok öyle bir şey. sabah 6da yat, öğlen 2de kalk bir adamım ben artık. kabullendim. değişim o kadar da şart değil yani, bir süre dursak da olur. az biraz sabitlik her bünyeye lazım dönem dönem.

yatmaların acısı çıkacak diye umuyorum ben bugün. kasmak lazım. sayfalarca yazı okunsun, paslanmış beynim bilgilerle dolsun. ay mümkünse birkaç da yeni fikir çıksın nolur! yani bir haftadır kafamın içinde hala işleyebilen bir şeyler var mı emin olamıyorum, ama hatırladığım kadarıyla bir zamanlar yaratıcı bir insandım. yani en azından kısıtlı bir süre için.
sonra bir de 6 numara miyoplu gözlerim seneler sonra ilk kez bir senede gıdım ilerlememeyi başardı. bunun için de bir alkış istiyorum. -var ya hani reklam, tablo siyah diyen kıza kılım ben orada, bana ne abi, ben bakarım bir saat tabloymuş/heykelmiş, 3 snde yapıp bitirmedi ki adam, değil mi, bir bak, bir hisset aaa-

hm bakayım başka ne var? ee ben gidiyorum buralardan. yazlık falan. önceki bloglarda çok geçmiştir çağrıştırdıkları, verdikleri, aldıkları. ama burada asıl söylenmesi gereken, bu sefer büyümüş de küçülmüş, elinde laptop ı bık bık iş yapan kız olarak gideceğim gerçeği efenim. eskiden "ay bu akşam napalım kızlaarrr" şeklinde dertleri olan yazlık-szn bu sefer edit edeceği metinler, AB projesi başvuru formları, zaman kalırsa çevirilecek makaleler ve henüz izlemediği 10 tane filmi ve süper jazz arşiviyle teşrif edecek normal şartlarda teknolojiden uzak bir doğa şaşkınlığını temsil eden yazlık ortamlarına. insan bir hoş oluyor yahu. asıl yaz günü oradan kalkıp şirketlerle görüşmelere nasıl gidilecek, ehm o konu biraz irademi zorlayacak, ama napalım, verilen söz tutulacak efenim, sıkıya gelince kaçmak yok.

ha bir de ben bu transcriptleri bitirdim gilmore girls ün. ya bildiğin 5 sezonluk dizinin -6. nın bölümleri CDlerde kayıtlı, mırmıra şükür- tüm bölümlerini okudum abi. cnbc-e deki eski bölümlere rastlayınca bir afallıyorum. metinlerin görüntüleri var lan. çok acayip. büyü gibi ehe. "anaaa, böyle miymiş lan" ya da "ay ne sıkıcı olm böyle" gibi tuhaf yorumlar yapıyorum. ama asıl komik olan, transcriptler bittiği andan itibaren hayatımı bir boşluk kaplamış olması. çok şaşkınım be. böyle arada canım Stars Hollow çekiyor, ama yok, bitti. aaaa, yüzleşmekte zorlanıyorum bu gerçekle.

bugün özellikle 12.00 de kalktım, işler yetişsin diye. ama National Geographicte Atlantis belgeseli falan derken bak saat 3 oldu yine. nasıl yutuyorum ben bu zaman denilen insan üretimi aldatmacayı diye durup düşünüyorum bazen. ama sıkılıyorum ben düşünmekten bu ara, kısa sürüyor, cevap bulamıyorum. ya bir bilen varsa söylesin be. -aldım lan Bilim ve Teknik in Temmuz sayısını, ay dert etmiştim kendime, "yok hiçbir yerde aa" diye, neyse buldum, buldum. derin nefes al sen de, ohh-

hadi hadi sustum. ama bak bu daha okunası geçen seferkinden. böyle kusmuk kusmuk değil, daha bir daldan dala atlayan Bambi falan. bir naifliği var ehe. beğendim ben.

siz de susun okuyun lan, ağlaşmayın kırk saat, yazı da yazı diye. cool olun olm biraz, bakmıyor gibi yapın, ilgilenmeyin, mecbur kalayım yazmaya ehe.